31 Mart 2010 Çarşamba

"O mucizenin göbeğinde yaşadım"


Bu hafta 'Karşı Pencere'nin konuğu, yakından tanıdığımız bir isim, şu an Milli Takım İletişim Sorumluluğu görevini de yürüten usta gazeteci Yiğiter Uluğ... Hiddink'in imza töreni, basın toplantıları vs, bir hayli yoğun bir döneminde bize zaman ayırdığı için Yiğiter abiye bir kez de buradan teşekkür etmek istiyorum... Biraz güncel-sporun dışına çıkmaya çalıştık; müzikten, tribünden, Dünya Kupası'ndan sorularla çıktım karşsına, oldukça da keyifli yanıtlar geldi...

Yiğiter Uluğ ne tür müziklerden keyif alır?

Genel bir başlık vermek gerekirse, "world music" diyebiliriz. Etnik müziklere büyük ilgim var. On yıllar önce Yunan müziğine ilgi duyarak çıktığım yolculukta artık çok farklı kıtalardan çok farklı dillere ve seslere kulak verir hale geldim. Evde yazı yazarken ya da düşünce yoğunluğum arttığında klasik müzik dinlemeyi de severim. Caz standartlarına her zaman belli bir ilgim oldu. New age'e de öyle... Klasikten beslenen, new age ile etnik tonları ona yaklaştıran bestecilere hayranım. Eleni Karaindrou gibi...

Dünya Kupası denildiğinde aklına ne gelir?

1982 Dünya Kupası'nda, belki de futbol tarihinin en "yakışıklı" takımı olan Brezilya'nın, İtalya tarafından 3-2'lik skorla elendiği maç ve onunla birlikte yaşadığım duygusal travma. Bunu zaten 2002 yılında İletişim Yayınları'ndan çıkan Dünya Kupası kitabında da anlatmıştım. Tabii bir de İlhan Mansız'ın Senegal filelerine mıhladığı topla birlikte kendimi kaybedişim.

Ve son olarak, bugüne kadar oynanmış maçlar düşünüldüğünde şu maçta tribünde olmayı çok isterdim ya da gittiğim şu maçı unutamadım dediğin bir maç oldu mu?

Tribünden izlediğim ve unutamadığım maçlar arasında tarihe geçmiş olanlar var: Türkiye-Avusturya: 0-1 (1977), Türkiye-İngiltere: 0-0 (1987), Galatasaray-Neuchatel: 5-0 (1988), Galatasaray-Fenerbahçe: 3-4 (1989), Türkiye-Hollanda: 1-0 (1997), Barcelona-Real Madrid: 3-0 (1999), Fenerbahçe-Gaziantep: 4-3 (2001).

Euro 2008'de Türkiye'nin oynadığı tüm maçların bende apayrı bir yeri var. Kimini tribünden, kimini saha içinden, kiminin ilk yarısını tribünden, ikinci yarısını soyunma odasındaki TV'den, kimini de baştan sona çıkış tünelinden izledim. O mucizenin göbeğinde yaşadım. Ve İstanbul'a döndüğümde kendimi birkaç yaş daha olgunlaşmış hissettim (belki de yaşlanmak böyle bir şey).

Basketbolda Efes Pilsen, Koraç Kupası'nı Milano'da kaldırırken (1996), Türk Milli Takımı 12 yıl aradan sonra Avrupa Şampiyonası'na gidip ilk galibiyeti alırken (1993), tarihinde ilk kez Avrupa Şampiyonası finaline yükselirken (2001) "oradaydım".

Yerinde izlemeyi çok istediğim ama başaramadığım maçlarsa 2000 yılında Kopenhag'daki UEFA finali, aynı yılın Ağustosunda Galatasaray'ın Real Madrid'i Monaco'da yendiği Süper Kupa ve 2002 Dünya Kupası'ndaki Brezilya-Türkiye yarı finalidir herhalde...

Hiç yorum yok: